Üniversite yıllarımdan beri, bilhassa son senemde insanın sahip olduğu bu farkındalık, kendini bilmek, bilinç tüm bu yetenekler nereden geliyor diye düşünürdüm. Çünki o yıllarda solculuk ve Tanrıyı red etmek hakimdi. Sık sık tartışır konuşurduk. Ama bunlar benim dimağımda hiç yer bulmuyordu. Yani hiçbir şey yokken bir patlama olacak, ondan atomlar ve derken sonunda bizler peydahlanacağız, güzelde hadi çatıyı çaktınız peki bu akıl, doğruyu yanlıştan ayırt etmek, kendinin farkında olmak olguları nereden geliyordu? Hiçbir şeyden mi? Uzayın karanlığından mı? Tozundan mı?
Bu aralarda çevremin metaryalist tartışmaları da sürüyordu. Bazen onlara katılıyor bazen de katılmıyordum. Daha sonraları inceledim ve öğrendim ki Karl Maks denen Marksizm felsefesinin kurucusu adam bir çok hastalıktan muzdarip biriymiş. En fenası da cildinin iğrenç kokusuymuş. Bunun tedaviside yokmuş. Yani zat "Beni niye böyle yarattın? diye diye sonunda Tanrı yok dedi ve Onun yarattığı herşeye de düşman oldu herhalde diye düşünüyorum. Izdırap ve sefalet içinde yaşayan Asya milletlerinin bu ızdıraplardan kurtuluş için Nirvana beklentileri ve işi bence bir nevi berduşluğa vurmaları da yine şartların getirdiği psikolojiler bence. Biri isyan diğeri cehalet ve çaresizlik. Yani Hintlilerin meditasyon ve herşeyi terk merakı. Garip saplantılarını kast ettim.
Tesadüflere de inanmak içimden gelmiyordu. Yani bir türlü bu tür materyalist ya da hiçlik fikirlerini benimseyemedim. İçim kabul etmiyordu. Mantığım değil ama içimdeki başka bir şey, bir bilinç bunu red ediyordu. Hissiyatım böyleydi. Halbuki arkadaşlarımın ve akrabalarımın bir kısmı da koyu solcuydu. Bu solculukları zenginleştiklerinde uçup gitti sonradan ya, işte güya dar gelirli talebelerken öyleydiler. Bazıları hatta en gaddar kapitalistleri bile geçtiler. Bense Tanrı severliğimden, vatanseverliğimden ve humanistliğimden hiç taviz vermedim. Duygularım böyleydi ve çok kuvvetliydi. Ya da sezgilerim mi demem lazım! Neyse konuma döneyim, bir mutlak yaratan kudretin varlığını hep içimde hissetmişimdir. Maddeye fazla düşkün değildim. Gereğince ama düşüncelerim hep görünenin ötesinde ne vardı daydı. Üniversite yıllarımda dedem vefat etti. Kendisini çok severdim. O da beni çok severdi. Allah rahmet etsin. Çok üzgündüm o sıralar ve kendi kendime "Yok olup gitti mi şimdi?" diyordum. Yani tüm verdiği hayat mücadelesi ne içindi? Bir anlamı yok muydu? İşte o sıralarda dedem rüyama girdi. Hiç unutmam sevinçle seslenmiştim ona. "Dede sen öldün ve şimdi buradasın. Söyler misin öteki dünya varmı?". "Kesinlikle var. Hiç şüphen olmasın." dedi. İnanamadım ya da emin olamadım ve tekrar sordum. O da aynı kararlılıkla "Kesinlikle var. Hiç şüphen olmasın." dedi. Ve ben üçüncü defa yine sordum. "Var mı dede?". "Kesinlikle var. Hiç şüphen olmasın." dedi aynı kararlılıkla ve kayboldu. Evet, yaşamın bir anlamı, bir devamı ve bir hedefi vardı. Yoksa bu kadar mücadele ne içindi. Ne için insanlar uğraşıyordu? İçlerinde ki bilinç onları zorluyordu. Yani hepimiz hidrojenden türemiş olsak bile içimizde ki bu görünmeyen güç kesinlikle başka bir yerden, başka bir Kaynaktan geliyordu.
Yaş otuzbeş yolun yarısı gitti dediğim günlerdi. Bir gece yarısı saat üç dört arası idi. Yatak odamda karanlıkta dikilmiş pencereden dışarısını seyrediyorum. Karşımızda Atatürk Havaalanı vardı. Epeyce bir müddet inip kalkan uçakları seyrettikten sonra "Yatayım artık." dedim. Döndüm ve yatağıma baktım. Hanım öbür tarafta uyuyordu ama bende yanında uyuyordum. Beynimde şimşekler çaktı. Ben bedenimde değildim. Anladım ve durumun bilincinde olarak biraz daha böyle kalayım derken yükselmeye başladım. Çok güçlü bir vakumla yukarılara çekiliyordum. Dünya karşımda top gibi kaldı, pinpon topu, derken samanyolu sanki bir göz gibi karşımda duruyordu, bir çok galaksi geçtik ve sonra maddi kainat bitti. Heryer bomboş. Hiçbir şey yok. Sınırda yok, objede. Şaşırdım. Tam o sırada arkamdan bir ses "Cennete geldin. Ne istiyorsan söyle." dedi. Otoriter bir sesti. "Ama!" dedim "Burası nasıl bir cennet? Bomboş." Otoriter ses sesinin oktavını biraz yükselterek direktif verdi tekrar. "Burası cennet. Söyle sen ne istiyorsan." "Peki." dedim. "Dağlar olsun, çiçekler olsun." Daha cümlemi bitirmeden sıra dağlar ve eteklerinde çiçekler oluştu ki dünyada böylesini görmedim. İçlerinden gelen bir ışıkla parıldıyorlardı. Renkler çok canlıydı. Kandiller gibi. Hayranlık içinde kendimden geçmiş seyrediyorken birden inişe geçtim. Buna karşı direndim ama nafile, derken odamdaydım. Bedenime baktım, kapkara bir mezar gibi göründü gözüme. Oradaki renk ve şekillerden sonra herhalde beğenemedim bedenimi. "Ben bu mezara tekrar girmem. Kapkara bir mezar bu." diye haykırdım. "Ben orada kalmak istiyorum." dedim. Direttim. "Çocukların henüz çok küçük." dediler. Evet daha çok küçüklerdi. O an içim yumuşadı ve aniden ter içinde olarak yatağımdan fırlayıp kalktım. Ağlıyordum. Eşim sırtıma dokundu ve ne olduğunu sordu. Sıçramamla oda uyanmıştı. "Yok dedim. Birşey yok." Ama çok üzüntülüydüm. Ben orayı istiyordum ancak babalık duygum galip gelmişti. Ve hala da oraya gideceğim zamanı bekliyorum. Daha sonra ellili yaşlarımda olanları biliyorsunuz. Ruhlar dünyasına geçtim ama yine geri yollandım. Bu gidişle umarım dünyanın demirbaşı olarak bırakılmam. Gökyüzünde olduğu gibi yeryüzünde de senin isteğin olsun yüce Tanrım.
Alpaslan Kuzucan
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder